Sovyetler Birliği Neden Çözüldü?
1991’den bu yana komünistler arasında da sürekli tartışma konusu haline gelmiş “Sovyetler Birliği neden çözüldü?” sorusu üzerine uzun süredir bir yazı yazmak istiyordum. Yazıyı yazmamdaki amaç ise tartışmaya dahil olmak değil, burjuva ideologlarının bu konu üzerinden sosyalizmin geçmiş birikim ve kazanımlarına saldırma girişimlerine karşı ideolojiye dayalı bir cevap vermektir. Aslında onların yarattığı tezlere karşıt bir tez oluştururken bir yandan da sol kesimin bu konudaki yanlış yorumlarını da bir ölçüde kırabileceğimi düşünüyorum.
Geçtiğimiz yüzyıl işçi sınıfı için çok önemli sıçramalara, eşitsizliğin büyük ölçüde kırıldığı, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun ortadan kaldırıldığı toplumsal düzenlerin kurulduğu yıllara sahne oldu. Bu bütün herkes için tartışılmaz bir gerçek. Biz ise 21. yüzyılda emperyalizmin bütün kollarıyla işçi sınıfına saldırdığı, onu ölüme terk ettiği, birçok hakkını elinden aldığı, insanların yoksulluktan intihar ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Tüm bunlar yaşanırken gözlerimizi geçmiş kazanımlara çevirmekten alıkoyamıyoruz. İnsanlığın Sovyetler Birliği nezdinde yarattığı o ilerici düzene belki de yaşamadan özlem duyabiliyoruz. Bu toplumsal bunalım içerisinde belli ölçülerde kabullenilebilecek bir durum. Ama geçmişe bağlı yaşamak ve o geçmişi bir nostalji havasında yaşamak ise gerçekten büyük hata. Biz artık kendi koşullarımızı değiştirmeye odaklanırken bunu da geçmiş deneyimlerden ders çıkararak yapmalıyız. Onları aşarak ancak belli bir ilerleme sağlayabiliriz. Bu yazdıklarım komünistler açısından önemli.
Ama gel gelelim ki emperyalizmin 21. yüzyılda yarattığı tahribat büyüyor. Bu bağlamda insanlığın tekrardan ileriye doğru bir sıçrama yapmasından korkan burjuvazinin geçmiş deneyimlere saldırması bir zorunluluk halini alıyor. Bu gayet ideolojik bir saldırı olmakla birlikte Sovyetler Birliği ya da Stalin’in adını kullanarak sosyalizmi karalama çalışmasından başka bir şey değildir. Her fırsatta sosyalizmin bu yüzyıla uygun olmadığını, kapitalizmin insan doğasına en uygun sistem olduğunu, Sovyetler Birliği’nin despot, otoriter bir ülke olduğunu, sosyalizmin pratikte çalışmadığını, insanları aç bıraktığını beynimize işlemeye çalışıyorlar. Bu anlamda bu yalanlara bir açıklık getirmek 21. yüzyılda sosyalist devrime giden yolda önemli bir temizliktir. Bu, geçmişe bağlı yaşamama ve geçmişten ders çıkararak onu aşma stratejisine de ters bir durum değildir. Biz burjuva ideologlarının tüm bu yalanlarını çürütebilir ve insanlığın sosyalizme olan bakış açısını değiştirebiliriz.
Artık sorunun cevaplandırılması kısmına geçiş yapalım. Liberaller çoğu zaman ekonomik sebeplerden ya da serbest piyasanın olmamasından mütevellit katı merkezi planlamanın varlığı sebebiyle Sovyetlerin çözülüşe uğradığını iddia ediyorlar. Öncelikle sosyalizmde planlama teknik bir unsurdan öte bir mücadele aracı, siyasal bir enstrümandır.[1] Toplumun sanayileşmesini, kentleşmesini, toplumun entelektüel düzeyini arttırmayı ve ekonominin sosyalist unsurlarını güçlendirmeyi hedefleyen merkezi planlamada bugünkü gibi bir bilgisayar teknolojisinin olmaması bürokrasiyi zorunlu kılmıştır.[2] Ama bunun yanında sadece belli bir grubun çabasıyla planlama yapılmamış, toplumun bütün kesimleri bu planlamaya dahil olmuş, iktidardaki işçi sınıfı kendi iktidarını toplumsal yaşamın bütün düzlemlerinde denetleme imkanına sahip olmuştur. Ayrıca Sovyet sosyalizminde üretim araçlarındaki özel mülkiyet ortadan kaldırılıp tüm toplumun malı haline getirildiği için planlama tüm ülkenin genelini kapsayacak şekilde yapılmış, insanı ve onun ihtiyaçlarını merkeze almıştır.
Çözülüşü ekonomik nedenlerde aramanın ise hiçbir somut karşılığı yoktur. Nitekim ABD’de saygın iktisatçılar Michael Ellman ve Vladimir Kontorovich’in editörlüğünde 1992’de yayımlanan bir kitapta editörler 1980’lerde Sovyet ekonomisinin dünya standartlarına ve Sovyet geçmişine kıyasla hiç de kötü bir durumda olmadığını yazmışlardı.[3] Yine 1960’lı yıllarda liberal ideologların çoğu Sovyet sisteminin verimsiz ya da krizde olduğunu iddia etmiyorlardı. Büyüme oranlarında 1970’li yılların ortalarından itibaren bir düşüş gözlemlense de hiçbir zaman eksilere düştüğü ve ekonomik bir kriz yaşandığı görülmemişti. Sovyet devleti piyasa ekonomilerinde görülmeyen yatırımları yapmaya devam etmişti bu süreçte. Her ne kadar SSCB çözülüşe doğru ekonomik olarak Japonya ve Batı Avrupa ülkelerinin gerisine düşmüş olsa da 1950lerden 1989’a kadar Amerika ile birlikte en güçlü ekonomik göstergelere sahip ülke olmayı başarmıştı.[4] O dönem sadece Soyvet Rusya’nın dünya ekonomisindeki payı %7 iken, şu anda tüm Rusya Federasyonunun dünya ekonomisindeki (GSMH) payı % 3 civarındadır.
Öte yandan CIA’nın 1983 tarihli raporunda SSCB’nin kendisine yeten bir ülke olduğu yazılıdır.[5] Yine farklı bir raporda SSCB’de bırak kısa vadeyi uzun vadede bile ekonomik bir çöküş tahmin edilmemiştir.[6]
Tüm bunların yanında 1928 yılından itibaren yürürlüğe konulan birinci beş yıllık kalkınma planıyla başlayan ve burjuvazi ile zengin toprak sahiplerinin tasfiye edildiği bu süreçte hızlıca sanayileşen Sovyetler Birliği müthiş büyüme oranları yakalamıştı. 1930’lu yılların sonuna gelindiğinde ikinci beş yıllık kalkınma planı ile birlikte sınai üretim 1913 yılının 12-13 katına çıkarılmıştı. Gelişmiş ülkelerle arasında olan 50-100 yıllık farkı merkezi planlama ile 10 yılda yakalamayı başarmıştı Stalin önderliğinde Sovyetler Birliği… Ve bunu hiçbir dış sermaye desteği olmadan, başka ülkelerin kaynaklarını sömürmeden yapmıştı. İşsizlik bitirilmiş, herkes ev sahibi yapılmaya çalışılmış, emekçilerin üzerinden fatura yükü kaldırılmıştı. Besin çıktısı yıllara göre katlanarak devam etmiş, temel gıdalar bütün herkesin ulaşabileceği bir düzeye indirilmişti.
Rus kamuoyu araştırma merkezi Levada Center’in yakın zamanda yaptığı bir araştırmaya göre “SSCB’yi özlüyor musunuz?” sorusuna katılımcıların yüzde 66’sı ‘evet’ cevabını vermiştir. Yine aynı ankette %52’lik bir kısım SSCB’nin dağılmasına üzülmelerinin sebebini ‘ekonomik sistemin yok olması’ olarak açıklamıştır.[7]
Sonuç olarak bugün insanların SSCB’yi özlemesindeki en önemli etken yine ekonomiktir. Sovyetler Birliği’nin ekonomik sebeplerle çözüldüğünü söyleyemeyiz, hatta tam aksine Glasnost dönemi dışında sıkıntılarına rağmen başarılı bir ekonomiye sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Liberallerin bir kısmı da çözülüşü SSCB’de demokrasi ve hukuk devletinin olmamasına, insanların tek partili sistemle yönetiliyor olmasına bağlıyor. Kapitalizmde demokrasi kavramının ve somut işleyişinin birer aldatmacadan ibaret olduğunu daha önce de yazıp çizmiştik. Ama bir kez daha vurgulayalım. Parlamentodaki tüm partiler çoğulcu demokrasiyi temsil etmiyorlar, onlar aslında sermayenin birer fraksiyonlarıdırlar. Hepsi konumlanış bakımından birbirlerinden farklı gözükseler de savundukları sınıf bellidir. Sermayenin çıkarlarını savunan ‘çoğulcu’ demokrasiye karşı sosyalizmde emekçilerin, köylülerin ve aydınların partisi komünist parti iktidardadır.
Sovyetlerde tek adayın olduğu ve herkesin zorunlu o adaya oy verdiği ise kesinlikle bir yalandır. Stalin 1936 yılında Amerikalı bir gazeteciye şunları söylemiştir: ”Adaylar yalnızca Komünist Parti değil, her tür parti dışı toplumsal örgütlenme tarafından da belirlenebilecek. Bunlardan bizde yüzlercesi var. İşçiler, köylüler, aydınlar… Her bir kesim sahip olabileceği özel çıkarları çok sayıdaki toplumsal örgütlenmeler aracılığıyla dile getirebilir.”[8] 1970’li yıllara gelindiğinde Yerel Sovyetlerdeki milletvekillerinin sadece %44’ü komünist partilerin üyesiydi.
1938-1959 yılları arasında Tarım Halk Komiserliği yapmış Ivan Aleksandroviç Benediktov anılarında Stalin döneminde alınan bütün kararların oy birliği ile alındığını yazmıştır. Ayrıca o dönem için yine şu sözleri sarf etmiştir: “O dönem hakkında ne derlerse desinler, o zamanki atmosferi, düzeni belirleyen şey korku, baskı ve terör değildi. Aksine, uzun yüzyıllardan beri ilk kez kendilerini hayatın efendileri olarak hisseden, ülkeleri, partileriyle samimi olarak gurur duyan, yöneticilerine derin bir inanç besleyen halk kitlelerinin devrimci coşkusunun güçlü dalgasıydı.”[9]
Bugün kapitalizmde karar alma süreçlerinin hiç birinden haberdar değiliz. Oysa Sovyetler Birliği, 1936 Anayasası’nın oluşum sürecinde taslağı bütün halka dağıtmış, milyonların tartışması ve fikir alışverişi sonucunda anayasa yürürlüğe girmiştir. Girdikten sonra da köy köy anayasanın içeriği halka anlatılmıştır.

Kapitalist sistemde ancak parası olanın siyasette belirli bir noktalara geldiğini, milletvekili, belediye başkanı ya da daha üst kademe mevki sahibi olabildiğini biliyoruz. Bugünün Türkiye’sinde bizi yönetenlerin ya müteahhit ya da şirket sahibi olduğunu biliyoruz. Oysa Sovyetler Birliği’nde 1973-74 seçimlerinde Yerel Sovyetlere seçilenlerin mesleki dağılımına baktığımızda %39,3’ünün işçi, %32,8’inin kamu emekçisi, %27,9’unun da kolektif çiftçi olduğunu görüyoruz. (100’den fazla etnik köken temsil edilmiş ve bunların %47’si kadın)
Sovyet seçim sisteminin en önemli özelliklerinden biri de anayasa ile güvence altına alınan geri çağırma hakkıdır. 1965-73 arasında toplam 3470 milletvekili seçmenler tarafından geri çağrılmıştır. (Bunlardan 11’i Yüksek Sovyet üyesi) [10]
Yani sonuç olarak Sovyetler Birliği’nde seçimler halkın aktif katılımıyla ve denetlemesiyle yapılırdı. Yerel meclislerin ve yüksek meclisin tamamı emekçilerden oluşuyordu ve insanların anayasayla güvence altına alınmış geri çağırma hakkı vardı. Sosyalizm, kapitalizmin o sahte demokrasisini yerle bir etmişken aslında sistemini tüm eksikliklerine rağmen gerçek bir halk demokrasisi üzerine kurmuştu diyebiliriz.
Hukuk, üretim ilişkilerinden ve bir üst yapı kurumu olmasından bağımsız asla düşünülemez. Lenin ‘mahkemenin bir iktidar organı olduğunu’ söylüyor ve bunu komünistlerin asla unutmaması gerektiğini bize vurguluyordu. Yani burjuvazi halka ne kadar hukukun üstünlüğünü ve bağımsız yargı gibi kavramları ezberletmeye çalışsa da bunların birer safsatadan ibaret olduğunu çok net biliyoruz.
SSCB’de kapitalizmde olduğu gibi özel mülkiyeti kutsayan ‘sözleşme serbestisi’ gibi genel geçer kavramların olduğu bir sosyalist hukuk sistemi yoktu. Zaten kamucu ekonomide böyle bir şeyin söz konusu olamazdı. Ama öte yandan, genel geçer kavramları olmayan bu alan sadece ve sadece işçi sınıfının iktidarına hizmet ediyordu. Sosyalizmde hukuk denen alanın daha çok teknik anlamda düzenleyici bir alan olduğu gerçek.
Burjuva ideologlarının iddia ettiği gibi SSCB’de hukuksal anlamda alınan her kararda Stalin’in iki dudağının arasına bakıldığı, birçok kişinin idamını bizzat imzaladığı kesinlikle bir yalandır. 1936-1938 sürecinde önemli isimlerin idamı dışında neredeyse hiçbir idam kararında Stalin’in imzası bulunmuyordu. Nazilerle aktif işbirliği içerisinde bulunmuş korgeneral Andrey Vlasov’un yargılanması 1 yıl sürmüştü. Nazilerin saflarına geçerek Rus Kurtuluş Ordusu’nun komutanlığını yapan ve SSCB’ye karşı savaşan Vlasov’un idam kararı Stalin’in ağzından çıkan 2 dakikalık bir kararla verilmemişti. Bu durum bile burjuvazinin yalanını çürütmeye yeterli bir örnektir.
SSCB’nin ekonomi yüzünden veya demokrasinin yoksunluğundan dolayı çöktüğü iddialarına büyük ölçüde cevap vermiş olduk. Gelelim bir de Troçkistlerin iddialarına… Bugüne kadar kişisel olarak tartışmaktan kaçındığım bir konu aslında bu. Hala da öyle yapıyorum. Ama bir açıklık da getirmek gerekiyor. Tek ülkede sosyalizm mi yoksa dünya devrimi mi konusu… Tartışmayı buraya indirgediğimizde Troçkistler sanki haklıymış, en doğru çizgi oymuş gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Çünkü bütün dünyada devrim olmaksızın devlet ortadan kalkamaz ve tam anlamıyla komünizme geçiş yapılamaz. Bunu herkes biliyor. ‘Stalinistlerin’ (ki Stalin’i savunan herkes böyle bir ideolojinin olmadığını ve Stalin’in Leninizmi savunduğunu bilir) tek ülkede sosyalizmi kurmaya çalıştıklarını, dünya devrimini reddettiklerini söylüyor Troçkistler… Bu kesinlikle bir çarpıtmadır.
Lenin ile ilgili daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim. Kapitalizmin rekabetçi ve ilerici olduğu dönemleri ile gerici ve tekelci olduğu dönemlerin mekanik bir analizini yapmamış, bu durumun diyalektiğini iyi kavramış, kapitalizmin eşitsiz, sıçramalı gelişim yasasını ortaya çıkartmış, sermayenin ulusal sınırları aşıp uluslararasılaştığı ve paylaşım savaşlarına girdiği dönemde devrimin her ülkede mümkün olabileceğini, hatta bu durumun zorunluluğundan bahsetmiştir. Devrim de zaten nüfusun büyük bir çoğunluğunun proletarya olmadığı Rusya’da gerçekleşmiştir. Köylülerin varlığını ve kapitalist gelişmenin tam anlamıyla tamamlanamadığını göz önünde bulundurursak sosyalizmin inşasında yeni formülasyonların üretilmesi gerektiği çok açıktır.
Birinci paylaşım savaşının sürdüğü yıllarda Lenin dış savaşı bir iç savaşa dönüştürme (herkes kendi burjuvazisini haklasın) stratejisini devreye koymuş, 1917 yılında önce Şubat Devrimiyle birlikte Çar devrilmiş, ardından Ekim Devrimiyle birlikte komünistler iktidara gelmiştir. 1918 yılında benzer gelişmeler Almanya’da yaşanmıştır. Önce Kayzer devrilmiş, ardından sosyal demokratların içinden ayrılan Liebknecht ve Luxemburg önderliğindeki komünistlerin kurduğu KPD’nin Almanya’da devrimi gerçekleştiremediği görülmüştür. Sebepleri çok ayrı birer tartışma konusu olmakla birlikte bu iki önemli devrimci suikast sonucu öldürülmüştür. 1920’li yılların ortasına gelindiğinde dünyada devrim başarısız olmuşken Sovyetler Birliği’nde doğal olarak şu soru gündeme gelmiştir… Şimdi ne yapacağız? Lenin yazılarında Sovyetler Birliği’nin sosyalizmi kurmak için bütün olanaklara sahip olduğunu yazmıştır. Bu durumda Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına devam etmek, dünya devriminin reddi anlamına mı geliyor… Tabii ki hayır. Stalin burada iki ayrı formülün tek bir formülde birleştirilmesinin yanlış olduğundan bahsetmiştir. Ona göre tek ülkede sosyalizmin kurulması ve emperyalist müdahaleye karşı tam güvence iki ayrı sorundur. Sovyetler Birliği kırsaldaki eşitsizliklere rağmen sosyalist bir gelişme izlemiş ama emperyalist bir müdahale tehditi varlığını sürdürdüğü için devleti sönümlendirememiştir. Devletin sönümlenmesi ve tam anlamıyla sınıfsız komünist bir toplumun kurulması ancak dünya devrimiyle mümkündür. Dünya devriminin başarısız ve gecikmiş olmasıyla birlikte SSCB’de sosyalizmin kurulamayacağını söylemek 1917 Ekim Devrimi’nin boşuna yapılmış olması sonucuna kadar varabilecek bir söylemdir.
Günümüz Küba örneğinden devam edelim. Küçük bir ada ülkesi olmasına karşın, kaynakların kısıtlılığına ve ablukaya rağmen tüm dünyaya umut olmayı başarabilen bir ülkedir Küba… Böyle bir durumda Küba’nın ulusal kalkınmacı olduğunu iddia etmek yüzde yüz Leninizm ya da enternasyonalizm olarak pazarlanamaz. Sanayileşmiş, tarımda kolektifleşmiş, zengin toprak sahiplerini ve burjuvaziyi tasfiye etmiş, ticaretten tacirleri, spekülatörleri silmeyi başarmış SSCB ulusal kalkınmacı bir ülke midir? Ya da ulusal kalkınmacılık tabiri kapitalizmden kendini ayırabilir mi? Çünkü SSCB tüm gelişmeleriyle kapitalist ülkelerden farklıdır. Yani özet olarak Troçkizm devrime olan inançsızlığı ve hareketi pasifize etmesi ile büyük bir talihsizliğe düşmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndaki ve sonrasındaki atmosfer ile birlikte hatalar elbette yapılmıştır, örneğin Sovyetlerin Doğu Almanya’ya olan bakış açısı ve İsrail’in kuruluşuna vermiş olduğu destek büyük sıkıntılara vesile olmuştur… ama Stalin’in dünya devrimine ihanet ettiği kesinlikle büyük bir yalandır. O sosyalist ilerlemeyi kendi zorunlukları içerisinde götürebildiği yere kadar götürmüştür. Her ne kadar bu zorunlu pratiğin teori olarak sunulması bugün tartışma konusu olsa da…
Son olarak “Sovyetlerin neden çözüldüğü” sorusunun asıl cevabına geçelim. Bu soruya bütünsel anlamda bir cevap verecek olursak Sovyetlerin ideolojik olarak geri çekilmesi, sapması, yeterli müdahaleyi yapamaması, yenilmesi ve komünist partinin öncülüğünü yitirmesi olarak cevaplayabiliriz. Geriye kalan şeyler ise bu bütünün birer parçasından başka bir şey değildir. Tekil anlamda Hruşçov ismini vererek, 1956 yılını ve 20. kongreyi göstererek işin içinden çıkamayız. Sağlıklı bir analiz de yapmış olmayız ve ders çıkarma konusunda somut bir şeyler elde etmemiş oluruz. Hruşçov revizyonizminin çözülmeye etkisi gerçekten çok büyüktür. Bu yadsınamaz. Ama bütünsel olarak baktığımızda Sovyetler Birliği emperyalizmle olan mücadelesinde ve kendi iç sorunlarında ideolojik açıdan büyük hatalar yapmıştır. Bu hataların bir kısmı Stalin dönemini de kapsar. Biz Stalin’i veya o dönemin kadrolarını eleştirilemez olarak görmeyiz ya da kişileri kutsallaştırmayız.
Ekim Devrimi’nden sonra yaşanan iç savaşın ağır sonuçları neticesinde Lenin “savaş komünizmi” uygulamalarını devreye sokmak zorunda kalmıştı. Bu uygulama, ‘teslim ekonomisine’ dayanıyordu. Devlet, köylülerinin ürettiği ürünlere el koyarak günü kurtarmaya çalışıyordu. İç savaşın sonucunda gelen zaferle birlikte Lenin “bir geri, iki ileri” sloganıyla yeni bir ekonomi politikası oluşturmuştu. NEP (Yeni Ekonomi Politikası) adı verilen bir dizi kararlar parti içerisinde yoğun tartışmaları da beraberinde getirmişti. ‘Sol muhalefet’ bu politikaya karşı çıkmış ve işçi devleti için NEP’in bir sapma olduğunu belirtmişti. İktisadi gelişim yasalarını ve zorunlu pratiği kavrayamayan sol muhalefetin NEP’in aslında bir gerileme değil, sosyalizme giden yolda bir temel olduğunu anlayamaması da tesadüf değildi. Sınırlandırılmış bir özel mülkiyet kapsamında köylülere ürün fazlalarını pazarda satma imkanı verilmişti. Asıl amaç köylülere iktisadi bir dürtü sağlamak, emek üretkenliklerini arttırmak, kentlerdeki işçileri beslemek ve sosyalist sanayinin alt yapısını hazırlamaktı. Bu konuda her şey gerçekten de Lenin’in düşündüğü gibi olmuştu. Politikanın olumsuz tarafı ise köylüler arasındaki eşitsizliğin kulak sınıfı lehine derinleşmesiydi. 1926 yılına gelindiğinde Troçkist muhalefet kulakların bir an önce tasfiye edilmesi gerektiğini söylüyordu. Stalin ise kulakların kırsalda 600 milyon pud tahıl ürettiğini ve bunun 130 milyon pudunu pazarda satışa sunduğunu, devlet çiftliklerinde üretilen tahılın ise bunun çok altında olduğunu, o yıl içerisinde girişilecek bir müdahalenin ekonomiyi felç edeceğini, sonuç olarak da bu müdahaleden kulakların zaferle çıkacağını belirtmişti. Buharinci sağ muhalefet ise NEP’in genişletilmesini savunuyor, ekonominin kendiliğinden sosyalist bir gelişme izleyeceğini vurguluyordu. Partinin bu doğrultuda karar alması yine kulakların zaferi anlamına gelecekti. Daha sonrasında zaten Troçki ve Buharin sağ çizgide birleşmiş, Stalin de eğer Lenin 1930’lu yılları görseydi “sol komünizm – bir çocukluk hastalığı” yerine “sağ komünizm – bir çocukluk hastalığı” kitabını yazardı diyerek parti içerisinde sağ oportünizmle mücadele etmeye devam etmiştir.
1920’li yılların sonunda koşulların olgunlaşmasıyla birlikte tarımda hızlıca kolektifleşmeye gidilmiş, kulak sınıfı tasfiye edilmiş ve tarım sistemi ikiye bölünmüştür. Birincisi devlet çiftliklerini kapsayan sovhozlar, ikincisi de üye çiftçilerinin sınırlandırılmış mülkiyet hakkına sahip oldukları kolhozlar. Buna ek olarak kolektif çiftliklere mensup çiftçi ailelerin kendi tasarrufundaki topraklardan ayrı bir mülkiyet biçimi olarak söz etmek mümkündü. Zengin toprak sahipleri tasfiye edilmişti belki ama kolhoz içerisindeki eşitsizlikler devam ediyordu. Bu durum da tartışma konusu olmaya devam ediyor hala.
Kırlardaki bu mülkiyet çeşitliliği, sosyalizmde meta ekonomisinin varlığını, değer yasasının hükmünü sürdürmesini meşru gösterir mi? Bu soruya hem evet hem de hayır cevabı verilebilir. Evet, çünkü Sovyetler Birliği’nde tarımda birden fazla mülkiyet biçiminin var olması, devlet mülkiyetinin tek biçim haline gelmesinin önünde ekonomik ve siyasal engeller olduğu anlamına geliyordu. Öznel bir kararla bu mülkiyet çeşitliliğinin ve yarattığı sorunların üstesinden gelmek olanaksızdı.
Kolhozlar, ürünlerini devlete, başka ekonomik birimlere ve doğrudan pazara sürebilme olanağına sahiptiler. Bir başka deyişle, toprağı alıp satma hakları olmamakla birlikte, kolhozlar “meta” üretmekteydiler.
Bir yandan da hayır diyebiliriz, çünkü sosyalist kuruluş süreci, komünizme giden yolu açmaya çalışırken eski düzenin kalıntılarını ve geri mülkiyet biçimlerini devamlı baskı altına almak, sınırlamak ve ortadan kaldırmak durumundadır.[11]
Mesele karışık bir meseledir ve çözümü ekonomiden çok siyasetle, ideolojiyle bağlantılıdır. İşte bu bağlamda Stalin döneminde yeterli adımlar atılamamıştır. Bu hiçbir şey yapılmadığı anlamına gelmiyor tabii ama kolhozların sovhozlara dönüştürülmesi yolunda eksik kalınmıştır denebilir. Stalin sonrası dönemde parti zaten tamamen ideolojik mücadeleyi bir kenara bırakmıştır. 1977 Anayasası’yla birlikte bahçe ekonomisine yeni güvenceler verilmiş ve küçük burjuva zihniyetine meşruiyet kazandırılmıştır.[12]
İkinci Dünya Savaşı’nda önemli kadrolarını kaybetmişti Sovyetler Birliği… Bunun yanında toplumsal bir travma da oluşmuştu. Bu savaş sosyal, ekonomik, siyasi bir yıkım da getirmişti. Emperyalizmle barış içinde yaşama politikasının başlangıcı aslında bu dönemleri kapsıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmaya çalışan SSCB savaş öncesindeki nicel verilerini toparlamaya odaklanmıştı, bunu da barış içerisinde yapmaya mecburdu tabii ki. Bu siyasi konjonktür uluslararası harekette de hatalar yapılmasına vesile olmuştu. Emperyalizmle barış içerisinde bir arada yaşamak mümkün değildir. Burada barışı istemek ana problem değildir belki ama bir arada yaşamayı istemek büyük bir problemdir. Gerektiğinde nasıl savaşılacağını göstermişti Sovyetler 1941-45 yılları arasında ama sonrasında ideolojik bir geri çekilme yaşamıştı. Emperyalizm karşısında gerekli üstünlüğü kuramamıştı. Hruşçov dönemiyle birlikte barış içinde bir arada yaşama politikası daha da dillendirilmiş bir biçimde devam etti. Sınıf mücadelesi bir kenara bırakılarak olay savaş-barış ikilemi arasına sıkıştırıldı.
Hruşçov 20. kongreyle birlikte destalinizasyon dönemini başlatmış, işçi sınıfının uluslararası hareketine büyük darbe vurmuştur. Parça başı sistemi yerine zamana dayalı sisteme geçilmiş, üretime piyasa kategorileri çok daha fazla sokulmaya başlanmıştır. Ama öncelikle şu soruyu sormamız gerekiyor? O süreçte nasıl böyle bir adam partinin başına geçebilmiştir? Bu soruyu ancak SBKP’nin perspektifsizliğiyle ve sürekliliği sağlayamamış olmasıyla açıklayabiliriz. Stalin çok büyük bir ihtilalcidir. Sovyetler Birliği’ni çok önemli noktalara taşımış bir isimdir. Ama parti içerisindeki sıkıntılar onun döneminde tam anlamıyla çözülememiş, genel sekreter olarak yeni bir devrimci hareket gerçekleştirilememiştir. Her türlü olumsuzluğa rağmen revizyonizme geçiş engellenebilirdi dersek yanlış olmaz sanırsam.
Stalin dönemindeki kadro kalitesi sonrasıyla zaten kıyaslanamaz o ayrı bir parantez. 1956’dan sonra yeteneksiz ve ideolojik açıdan yetersiz kadroların yönetime gelmesiyle birlikte halkın komünizme giden yoldaki mücadelesi sekteye uğramıştı. Bürokratlar ayrıcalıklar elde etmeye başlamışlardı. (Yine de lüks yaşam açısından kapitalizmle kıyaslanamaz) Yani en başından en sonuna kadar çözülüş, başta bahsettiğim o ideolojik anlamdaki müdahalelerin yetersiz kalmasıyla, emperyalizm karşısında yenilgiyi kabullenmekle, partinin öncülüğünü yitirmesiyle birlikte sağlıklı bir biçimde açıklanabilir.
Bu saydığımız sapmalar sonucunda Gorbaçov-Yeltsin-Yakovlev ihanet çetesi başa gelmiş ve SSCB’yi dağıtmayı başarmışlardır. Sermayenin kamu varlığını yağmaladığı bir sermaye birikim sürecini oluşturmayı başarmışlardır.
Anti-komünistlerin “SSCB madem bu kadar güzeldi öyleyse niye dağıldı?” sorusu “laiklik madem bu kadar güzel bizim ülkemizde niye yok” sorusu kadar saçmadır. İşçi sınıfının iktidara geldiği, çok önemli haklar elde ettiği, sınıfsız bir toplum kurma yolunda atılan bu önemli adımları elbette sahipleneceğiz. İşçi sınıfının perspektifinden baktığımızda en kötü sosyalist deneyim bile en iyi kapitalizmden daha iyidir diyebiliyoruz.
Komünistlerin çıkaracağı en önemli ders ise şu olmalıdır: Kır ile kent, kafa emeği ile kol emeği arasındaki farkın ortadan kalktığı, üretimde müthiş bolluğun sağlandığı, herkesin yeteneğine herkesin ihtiyacına göre ilkesinin geçerliği olduğu sınıfsız komünist bir topluma giden süreçte ideolojik mücadelenin hiçbir zaman elden bırakılmamasının gerekliliği… Öncü parti mülkiyet ilişkilerini parçalamada ve halkı bilinçlendirmede sürekli bir biçimde rol oynamalıdır. Büyüye kapılmamalı, bu sürecin kolay olmadığını akıldan çıkarmamalıdır. Ülkedeki gerekli sosyal ve ekonomik ilişkileri sağlamlaştırırken emperyalizmle olan mücadelede üstünlüğü elden bırakmamalı, devrimi korumayı başarmalıdır. Bu söylediklerim bugün hangi ülkelerde devrimin patlak verebileceği sonucuna göre de değişir tabii. Sovyetlerin yüzyıla, çağa uygun ikinci versiyonunu tüm dünyada kurduğumuzda Nazım’ın da dediği gibi bir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler…
Daha önce paylaşmıştım ama tekrar paylaşayım… Sovyetler Birliği’nin neden çözüldüğü konusunda okuyabileceğiniz en iyi 3 kitap:
Kaynakça:
- [1] Okuyan, K. (2014). Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 3. Baskı, sf. 38
- [2] a.g.e sf. 39
- [3] http://komplikedergi.org/sscb-ekonomik-kriz-yuzunden-mi-coktu/
- [4] https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_largest_historical_GDP
- [5] https://www.cia.gov/library/readingroom/document/cia-rdp85t00153r000100020021-6
- [6] https://www.cia.gov/library/readingroom/document/cia-rdp85m00363r000601440022-7
- [7] https://tr.sputniknews.com/rusya/201812191036713528-sscbye-ozlem-duyan-ruslarin-sayisi-son-10yilda-zirveye/
- [8] http://kutuphane.halkcephesi.net/Grover%20%20Furr/stalin%20ve%20demokratik%20mucadele.htm
- [9] V. Litov, Stalin ve Hruşçov hakkında İvan Aleksandroviç Benediktov ile Söyleşi, Yazılama Yayınevi, 2008, Çeviren: Candan Badem, sf. 26
- [10] http://www.katiousa.gr/afieromata-istoria/100-chronia-ochtovriani-epanastasi/poios-kai-pos-ginotan-vouleftis-stin-essd/
- [11] Okuyan, K. (2014). Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 3. Baskı, sf. 31
- [12] a.g.e sf. 34