Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü Üzerine
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi 20. yüzyılın en büyük trajedisi olarak kabul edilir. Geçmişte kısa süren Paris Komünü dışında işçi sınıfının burjuvaziyi alaşağı ederek iktidara geldiği ilk büyük sıçramayı temsil eden 1917 Ekim Devrimi, arkasında 74 yıllık bir deneyim bırakarak 1991 yılında tarih sahnesinden çekilmiştir.
Bu deneyimin neden başarısız olduğu, daha doğrusu çoğu konuda başarılı olduğu halde neden çözülüşe gittiği sorusuna en gerçekçi yanıtın sadece biz sosyalistler tarafından verilebileceğini düşünüyoruz. Öyleyse uzatmadan teoriden somuta doğru bir başlangıç yapalım.
Kapitalizmde üretim giderek toplumsallaşır. Ama üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarındaki özel mülkiyet arasında bir uyumsuzluk vardır. Bu yüzden yaratılan bütün zenginlik küçük bir grubun elinde toplanır. Bu grup zenginliğini, işçi sınıfına borçludur. Onun işgücünü satın alarak ve emeğinin bir bölümüne el koyarak sermayesini güçlendirir. Bu yüzden emek ve sermayenin çıkarları birbirine zıttır. Dolayısıyla kapitalist toplumlarda teknoloji ve üretici güçler ne kadar gelişirse gelişsin işsizlik, yoksulluk, açlık, yıkım, savaş asla bitmez. Üretim ilişkilerinin üretici güçler için bir ayak bağı haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu süreç aynı zamanda devrim döneminin başlaması anlamına gelir.
Sosyalizm üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve üretimin toplumsal niteliği ile uyumlu hale getirilmesidir. Böylece yaratılan zenginlik, bir grubun çıkarına dayanmaz. Toplumsal zenginliğin arttığı bir ortamda büyük çoğunluk fakirleşmez. Teknolojinin gelişmesi insanlığın çıkarına olur.
Komünizmde temel amaç üretici güçlerin sınırsız bir şekilde gelişimini sağlamak, kafa ve kol emeğiyle kır ile kent arasındaki farkı ortadan kaldırmaktır. Böylece üretimde muazzam bir bolluk olur ve herkes yaratılan zenginlikten bütün ihtiyaçlarını tam bir şekilde karşılayacak payı alır.
Bu yüzden kapitalizmden komünizme giden yolda merkezi planlama bir zorunluluktur. Merkezi planlama ekonomik olmaktan ziyade siyasi bir araçtır. Toplumun sanayileşmesini, kentleşmesini, toplumun entelektüel düzeyini arttırmayı ve ekonominin sosyalist unsurlarını güçlendirmeyi amaçlar. Planlama, insanı ve onun ihtiyaçlarını merkeze alır.
Sovyetler Birliği’nde ilk 5 yıllık kalkınma planı, 1928 yılında yürürlüğü girmiştir ve 4 yılda tamamlanmıştır. Burjuvazi ile zengin toprak sahiplerinin tasfiye edildiği bu süreçte hızlıca sanayileşen Sovyetler Birliği müthiş büyüme oranları yakalamıştır. Kapitalist ülkelerde milli servetin büyümesi hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü işgücünün yurt içi hasıladan aldığı pay giderek küçülür. Oysaki Sovyetler Birliği’nde kalkınma ve büyüme işçilerin hayat standardını yükseltmiştir. 1930’lu yılların sonuna gelindiğinde ikinci beş yıllık kalkınma planı ile birlikte sınai üretim 1913 yılının 12-13 katına çıkarılmıştır. Dünya’nın 1929 buhranıyla sarsıldığı bir dönemde Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’nın başına kadar 9000 büyük işletme kurmuştur. Stalin önderliğinde gelişmiş ülkelerle arasında olan 50-100 yıllık farkı merkezi planlama ile 10 yılda yakalamayı başarmıştır. Ve bunu hiçbir dış sermaye desteği olmadan, başka ülkelerin kaynaklarını sömürmeden yapmıştır. İşsizlik bitirilmiş, herkes ev sahibi yapılmaya çalışılmış, emekçilerin üzerinden fatura yükü kaldırılmıştır. Besin çıktısı yıllara göre katlanarak devam etmiş, temel gıdalar bütün herkesin ulaşabileceği bir düzeye indirilmiştir.
Diğer bir ayağı ise kolektivizasyon temsil etmiştir. Söylenildiği gibi kolektifleştirme Stalin’in köylüleri açlığa mahkûm ettiği değil, tam aksine yoksul köylüleri tarımın geriliğinden ve zengin köylülerin prangalarından kurtardığı bir süreçtir. Bu süreçte Ukrayna ve Kafkasya’da yaşanılan sorunlar ve açlık örnek gösterilir. Bunun temelinde ilk olarak iklimsel koşullar ve kuraklık yatmaktadır. İkinci olarak ise zengin köylülerin mülkünü teslim etmek istememesi ve sabotaj faaliyetlerine girişmesi, örneğin çiftlikleri yakması, hayvanları öldürmesidir. Üçüncü bir neden cumhuriyetler arasındaki eşitsizliktir. Yani tarımsal teknik her cumhuriyette eşit bir şekilde gelişmemiş ve bazı yerlerde geri teknikler kullanılmaya devam etmiştir. Dördüncü neden ise devlet içerisindeki bazı kişilerin az hayvanı olan köylüler de dahil olmak üzere köylüleri ikna etme metodu yerine zor kullanmasıdır. İşte bu sebeplerden ötürü, özellikle 1932 yılında tahıl hasadında büyük düşüşler yaşanmış, köylüler açlıkla karşı karşıya kalmış ve parti bölgedeki halklara elinden gelen desteği vermiştir.
Burada bilinmesi gereken, yoksul köylüler için sorunlar NEP dönemi boyunca devam etmiştir ve Sovyetler Birliği’nde birçok kıtlık yaşanmıştır. Çünkü Çarlık döneminden sonra toprağı köylülere dağıtan Sovyet yönetimi büyük bir iç savaşla karşı karşıya kalmıştır. Batıda devrimin gerçekleşmemesi ve savaşın getirdiği yıkımla köylüler açısından gelişim tabii ki teoriye uygun olmamıştır. Kolektivizasyon süreci büyük çapta açlığın Anayurt Savaşı dışında son kez yaşanması anlamına gelmiştir. Yaşanan sorunların yanında Gulaglar, yani zengin köylüler tasfiye edilmiş, tarımda gelişim hız kazanmıştır. Stalin, karalamaların aksine NEP döneminde köylerde devam eden sorunları ve açlığı bitiren, köylere ilk defa traktör, biçerdöver getiren lider olarak bilinir.
Ekonomik gelişimin yanında bir de devlet idaresine baktığımızda öncelikli olarak sosyalizmin ‘örgütlü toplum’ anlamına geldiğini söylememiz gerekiyor. Sovyetler Birliği’nde de tek partinin iktidarda olması tabii ki demokrasinin olmadığı anlamına gelmiyor. Sovyetler Birliği, kapitalist ülkelerden çok daha gelişmiş bir halk demokrasisine sahipti. Her Sovyet işçisi, sendikalarda, fabrika komitelerinde örgütlüydü. Ülkenin yasama organı olan Sovyetlerde söz sahibiydi. Ülkenin bütün yönetsel mekanizmalarında Sovyet emekçileri rol oynuyordu. Ülkede bir karar alınacaksa, örneğin yeni bir Anayasa hazırlanacaksa, maddeler tek tek fabrikalarda, atölyelerde, çiftliklerde, mahallelerde tartışılıyordu. Bütün herkes yönetimin içindeydi.
Kapitalist sistemde ancak parası olanın siyasette belirli bir noktalara geldiğini, milletvekili, belediye başkanı ya da daha üst kademe mevki sahibi olabildiğini biliyoruz. Bugünün Türkiye’sinde bizi yönetenlerin ya müteahhit ya da şirket sahibi olduğunu biliyoruz. Oysa Sovyetler Birliği’nde 1973-74 seçimlerinde Yerel Sovyetlere seçilenlerin mesleki dağılımına baktığımızda %39,3’ünün işçi, %32,8’inin kamu emekçisi, %27,9’unun da kolektif çiftçi olduğunu görüyoruz. Sovyet seçim sisteminin en önemli özelliklerinden biri de anayasa ile güvence altına alınan geri çağırma hakkıdır. 1965-73 arasında toplam 3470 milletvekili seçmenler tarafından sorunlu bulunduğu için geri çağrılmıştır. Milletvekillerinin çoğu da komünist partisi üyesi değildir. Adaylar, parti dışı toplumsal örgütlenmeler tarafından belirlenmiştir.
Yani anlayacağınız Sovyetler Birliği’ni çözülmeye götüren ana sebep salt olarak ne ekonomiye ne hukuka ne de insan doğasına dayanıyordu. Bütün kusurlarına rağmen emekçiler açısından işleyen bir sistem vardı. Sovyetler Birliği’ni çözüme götüren ana sebep partinin giderek bakış açısını yitirmesi, halkı hedefsiz ve stratejisiz bırakmasıydı. Yani ana sebep siyasi ve ideolojikti. Nitekim Sovyetler Birliği halkın büyük bir çoğunluğunun eline silah alarak rejimi devirmeye çalışması sonucunda yıkılmadı. Sovyetler Birliği tepeden çözülmüştü.
Biraz daha açmak gerekirse, 19. yüzyılda öngörülenin aksine ilk büyük çapta işçi devrimi gelişmiş bir kapitalist ülkede gerçekleşmemişti. Devrim, belirli ölçüde sanayileşmiş ama ülkenin ezici çoğunluğunun köylü olduğu bir ülkede gerçekleşmişti. Bu devrimin çürük bir temelden doğduğu anlamına gelmiyordu. Zaten Bolşevizm, “devrimin gerçekleşmesi için kapitalizm kendi gelişimini tamamlaması lazım” diyen menşevizmle mücadele ederek başarıya ulaşmış bir gelenekti. ‘Ekonomizm’ olarak adlandırılan bu görüşe Lenin her zaman karşı çıkmıştı. Bu yüzden devrimin bir köylü ülkesinde gelişmesi çöküşü en başından hazırlamıştır diyemeyiz. Sovyet devrimi, işçi sınıfının köylülerle yaptığı ittifak sonucunda doğmuş ve tüm sorunlara göğüs germişti.
Ancak şunu söylememizde bir sakınca olmaz. Devrimin bu şekilde doğmuş olması Sovyet yönetimi açısından ekstra bir zorluk kaynağıydı. Bu kaynağın aşılması için partinin, daha güçlü bir siyasete ihtiyaç duyduğu aşikardı. Partinin ideolojisini kaybetmemesi ve doğru siyasal hamleler üretmesi bir zorunluluktu.
Bir yandan da Sovyetler Birliği kendisini yıkmak isteyen emperyalist ülkelerin nefesini her geçen gün ensesinde hissediyordu. 1917’den itibaren kendisini korumak ve iç gelişimini sağlamak zorunda olan bir Sovyetler Birliği vardı. Kaderini batıda gerçekleşecek olan devrime bağlayamazdı.
Bu durumda Sovyetler Birliği kendi dış politikasını, dünya devrimine dönük maceralara girişmeme üzerine kurmuştu. Bunda yanlış olan bir şey yoktu fakat yine az önce köylü meselesinde de belirttiğimiz gibi bu dış politika anlayışı Sovyet yönetimi için ciddi bir zorluktu. SSCB’nin güç dengelerine göre hareket eden ve emperyalist ülkeler arasındaki rekabetten faydalanmaya çalışan dış politikası onu ayakta tutan yegane pratikti. Ama bu pratik zaman içerisinde, süreklileşen ve kalıcılaşan pragmatist adımlar atma anlamına geliyordu ve partinin üzerinde bir “güvende hissetme obsesyonu” oluşturmuştu. Neydi bu sürekli güvende hissetme arayışı?
Sovyetler Birliği, en başta askeri olmak üzere emperyalizme karşı herhangi bir tehdit altında kalmak istemiyor ve kendisini güvende hissedeceği politikalara yöneliyordu. Bu konuda belirli başlı örnekler verilebilir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kızıl Ordu’nun da etkisiyle Doğu Avrupa’da kurulan sosyalist ülkelere söylenilenin aksine gerekli müdahaleler yapılmamıştı. Sovyetler Birliği o ülkelere kendi güvenliği açısından bakıyordu ve onların sosyalist bir rotada gelişimini sağlamalarıyla çok fazla ilgilenmiyordu.
Mesela faşizmin yükselişe geçtiği bir dönemde Komintern’in halk cephesi politikasına geçtiğini görüyoruz. Bu adımla Avrupa’daki sosyalist partiler, diğer sosyal demokrat partilerle ittifaka gidiyordu. Bu durum her ne kadar faşizmle mücadelede önem teşkil etse de sosyalist ilkelerin giderek aşınmasını sağlamıştı.
Benzer örnekler köylü sorunu için de verilebilir. Sovyetler Birliği tarımda tamamen devletleşememişti. Bunun önünde bazı siyasi ve ekonomik engeller vardı. O yüzden tarımı sovhozlar ve kolhozlar olmak üzere ikiye ayırdı. Evet, sovhozlar devlet çiftliğiydi fakat kolhozlar, kendi topraklarını alıp satamamakla birlikte ürünlerini devlete, başka ekonomik birime ya da doğrudan pazarda satabiliyorlardı. Yani Sovyetler Birliği’nde kolhozlar meta üretmeye devam ettiler. Bu kırsaldaki küçük meta üretimine dayalı anlayışın ve ideolojinin devam etmesi anlamına geliyordu. Stalin döneminde bu çiftliklerin devletleşmesi için adımlar atıldı fakat yetersizdi. Dediğimiz gibi bu sorunun çözümü için ciddi siyasal araçlar üretmek gerekiyordu ve partinin bu konuda yetersiz kaldığını söyleyebiliriz.
Bir başka örnek de sanayileşme süreci için verilebilir. Sovyetler Birliği sanayileşmesini işçi tulumu giymiş köylülerle gerçekleştirmek zorunda kaldı. Köylüler maddi kazanç getirmediği sürece yeni eğitim olanaklarına razı olmadılar. Bu yüzden Sovyet yönetimi ücret makasını açmak zorunda kaldı. Stalin, pratiğin teoriye uymadığı bir ortamda Sovyet pratiğini teorileştirerek hareket etti.
İşte gerek köylü meselesindeki gerekse dış politikadaki sorunlar Sovyetler Birliği’ni böyle hareket etmeye zorladı ve partinin sosyalist ilkeleri giderek aşındı. SBKP’nin İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı batıyla olan ilişkilerini savaştan sonra bir ittifak temelinde olmasa bile dostça devam ettirmeye çalışması ise çöküşü iyice hızlandırdı. Bu partinin yaptığı büyük bir stratejik hataydı. Her ne kadar Sovyetler Birliği savaştan büyük bir prestij kazanarak çıksa da savaşta önemli parti kadrolarını yitirmiş ve daha da önemlisi savaştan yorulmuş bir halkla ‘barış içinde bir arada yaşama’ politikasına razı oldu.
Sosyalist ilkeleri aşınmış bir parti, Stalin’den sonra ortaya etkili bir lider çıkartamadı. Hruşçov’un 20. kongrede de-stalinizasyon politikası ise bu gelişimin ürünüydü. Emperyalizmle barış içinde bir arada yaşama ve kırsalda küçük meta üretiminin yaygınlaştırılması partinin temel politikası haline geldi.
İşte bundan sonra bir sebep olarak sayılan hantal bürokrasi gibi eleştiriler aslında partinin siyasi ve ideolojik olarak çözülmesinin bir sonucuydu. Geriye sosyalizmden uzaklaşmış aydınlar ve parti yöneticileri kaldı…
Unutulmaması gereken ise Sovyetler Birliği’nin sosyalist bir sistemden dolayı çözülmemesiydi. Tam aksine, Sovyetler Birliği sosyalizmden uzaklaştığı için çözüldü…